4 Kasım 2014 Salı

Kitap Yorumu: Her Şey Bitti Derken - Katja Millay

KİTAP KÜNYESİ:
Orjinal Adı: The Sea of Tranquility
Seri: -
Yayınevi: Neo Kitap
Sayfa Sayısı: 495

ARKA KAPAK

Bazen kurtuluş için aşkı seçmek gerekir...

Nastya tam 450 gündür konuşmuyorsa, gülmüyor ve ağlamıyorsa, bir bildiği olmalı;
bazı günler sadece öfkesiyle ayakta durabiliyorsa, bir umudu olmalı;
 ayakları onu dönüp dolaşıp Josha götürüyorsa, bir nedeni olmalı;
ve tam 450 gün sonra yeniden konuşmaya karar veriyorsa, söyleyecekleri olmalı.


Josh hayatındaki herkesi teker teker kaybediyorsa, bunun bir açıklaması olmalı;
etrafında görünmez bir güç kalkanıyla dolaşıyor, herkesten kaçıyorsa, bir derdi olmalı;
ve kasabaya yeni gelen kıza Günışığım diyorsa, bir sırrı olmalı.


Her Şey Bitti Derken, hayat denen yapbozun parçalarını bir arada tutan şeyin sevmek olduğunu bilenlerin, bir de günün en karanlık saatinde çıkagelip, "Her şey bitti demek için çok erken" diyecek bir günışığını bekleyenlerin hikâyesi. 

"Baştan sona heyecan dolu, duygusal bir yolculuk. Benim için tartışmasız yılın en iyi kitabı." 
-Colleen Hoover-


Hiç evin içinde kitap kaybettiğiniz oldu mu? Benim oldu. Geçenlerde Neil Gaiman'ın Yolun Sonundaki Okyanus kitabını okurken, kitap birden yok oldu sanki. Evin altını üstüne getirmeme rağmen, kitap yok. Ben de ufak bir panik dalgasından sonra, nasılsa elbet bulunur deyip kitaplıktan başka bir kitap alıp okumaya başladım. Ve ilk kez iyi ki kitabım kaybolmuş dedim. (Merak etmeyin, neyse ki sonra yatağımın altında buldum.) 

Biraz yukarıda çok çok sevdiğim yazar Colleen Hoover'ın kitap hakkındaki düşüncelerini okudunuz. İşte, bu kitabı bana merak ettiren onlardı. Colleen Hoover gibi bir yazar bu kadar sevdiyse, kitabın mükemmel olmaktan başka şansı yoktur heralde demiştim. Gerçekten de öyleymiş.

Nastya yaklaşık 1,5 senedir kimseyle konuşmuyor. Konuşmamak için son derece geçerli, onu bugün olduğu kişi haline getiren bir sebebi var. Ve Nastya, son iki senedir evde eğitim gördükten sonra lisenin son yılında normal bir okula gitmek istiyor, ama kimsenin onu daha önceden tanımadığı bir yerde. Böylece evinden 2 saat uzaklıktaki teyzesinin yanında yeni okuluna başlıyor. Fakat Nastya, kimseyle konuşmayacağı için kimsenin yanına yaklaşmasını, yara izlerine tuhaf tuhaf bakmasını istemiyor. Bu yüzden kendince bir yöntem geliştirmiş: kısacık, daracık, siyah kıyafetler giyerse daha ilk günden herkes ona yaklaşmaması gerektiği mesajını alır.

Bir de Josh var. Seneler içinde, kötü bir laneti varmış gibi, Josh'un etrafındaki insanlar teker teker ölmüş. Hal böyle olunca çocuk artık insanların ona acımasından nefret etmiş. Bir de tabii ergenlik dönemi zamanındaki fazla serseri tavırlarından dolayı, insanlar artık onunla konuşmaktan korkar olmuşlar. Nastya'nın deyimiyle, etrafında insanların ona yaklaşmasını engelleyen bir güç kalkanı ile dolaşıyor Josh. Ve Nastya kendisinin de bu güç kalkanına girip giremeyeceğini merak ediyor. Sırf insanların ona olan ilgilerinden kurtulmak için yani...

İşte, kitap bu iki karakterin yollarının kesişmesiyle başlıyor. Kitap hem Josh'un hem de Nastya'nın bakış açısından anlatılıyor ve yazarın sizi merakta bırakan kalemi sayesinde sürekli bir sayfa daha, bir sayfa daha ve bir sayfa daha okumak istiyorsunuz. Ama siz sırılsıklam romantizm kitabı ya da her an aksiyonun tavan yaptığı bir kitap arıyorsanız, bu kitaptan ne kadar hoşlanırsınız bilemem. Çünkü Her Şey Bitti Derken bunun tam tersi; evet romantik bir kitap, fakat karakterlerin her an öpüşüp koklaştıkları kitaplardan değil.

Kitabın en sevdiğim özelliği, başta nefret ettiğim karakterlere kitabın sonunda sarılmak istememdi. Ki ben nefret ettiğim çoğu karakterden ölesiye nefret ederim. Ama Drew onlardan biri değildi. 

Drew ile kitabın ilk sayfalarında, Nastya'nın taktığı isimiyle, Barbie Ken olarak tanışıyoruz. HIMYM'ın Barney'si kılıklı bir tipleme ve daha kitabın ilk sayfalarında güzel kızımız Nastya'ya asılıyor, ama Drew aynı zamanda da Josh'un tek arkadaşı. Ben de bu yüzden Drew'den nefret ediyorum. Fakat kitabın son sayfalarında aslında ne kadar harika bir karakteri olduğunu gördüm.

Kitap hakkında başka ne diyebilirim bilmiyorum. Fazla spoiler de vermek istemiyorum, çünkü bu kitabı hakkında ne kadar az şey bilerek okursanız o kadar iyi. Biraz hayatın kötü yanlarını biraz da iyi yanlarını; bir yaşamı biraz da ölümü ve en çok da her şeye rağmen yaşanacak güzel şeylerin kaldığını anlatan bir kitaptı. Kısacası bu kitap, okurken aynı zamanda yaşadığınız kitaplardan biriydi benim için.

ALINTILAR

Büyünün ya da mucizelerin olmadığı bir dünyada yaşıyorum. Kâhinlerin veya şekil değiştiricilerin, meleklerin veya sizi kurtaracak süper kahramanların olmadığı bir yer burası. İnsanların öldüğü, müziğin dağılıp parçalandığı, her şeyin berbat olduğu bir yer. Gerçekliğin ağırlığıyla yere öyle bir yapışmış haldeyim ki, bazı günler ayaklarımı kaldırıp yürüyebildiğime bile şaşırıyorum. 

Normal insanların arkadaşları olurdu. Benimse müziğim vardı ve bu bana yetiyordu da artıyordu bile. 

Ve o zaman anlıyorum, aslında bana verdiğinin bir sandalye olmadığını. Bu bir davet, bir hoş geldin karşılaması. Bana oturacak bir yer değil, ait olacak bir yer veriyor.  
İnsanların karanlıkta olacaklardan korkup gündüz vakti başlarına gelecekleri umursamamaları beni çok şaşırtıyor. Güneş onları dünyanın kötülüklerinden koruyacakmış gibi. Ama korumuyor. Güneş ne yapıyor biliyor musunuz? Size tatlı tatlı fısıldıyor, sıcaklığıyla aklınızı çeliyor, sonra da tutup yere yapıştırıyor. Kısacası gün ışığı sizi hiçbir şeyden korumuyor. Kötülüğün bir saati yok yani. 

"İnsanlar sevginin koşulsuz olduğunu söylüyorlar ama öyle değil. Öyle olsa bile hiçbir şey bedava değil. Ucunda hep bir beklenti oluyor, karşılığında hep bir şey isteniyor. Mesela, senden yapılanların karşılığında mutlu olman beklenebiliyor. O zaman ne oluyor? Sen mutlu olmazsan onlar da mutlu olmayacağı için otomatikman suçlu durumuna düşüyorsun. Onların istediği gibi olmak, senden beklediklerini hissetmek zorundasın. Neden? Çünkü seni seviyorlar ve onlara istediklerini vermezsen kendilerini berbat hissediyorlar. Onlar kendilerini berbat hissedince sen de kendini berbat hissediyorsun. Sonra ne oluyor? Herkes kendini berbat hissetmeye başlıyor. İşte ben böyle bir sorumluluk istemiyorum." 

"Bak, sana gerçeği anlatayım o zaman. Ben insanım. Ve erkeğim. Ve de gözüm kör değil benim. Sana bir daha söylememi ister misin? Evet, şirinliğinle dikkatimi dağıtıyorsun gerçekten de. Hatta dikkatimi o kadar çok dağıtıyorsun ki, Clay Whitaker'a, senin bir resmini çizmesi için baskı bile yaptım. Sırf sen yanımda yokken bakabileyim diye. Dikkatimi o kadar çok dağıtıyorsun ki, bir gün sen yanımdayken garajda elimi makinelere kaptırmaktan korkuyorum. O kadar şirinsin ki, bazen keşke öyle olmasaydın da ben de okulda sana bakan herkesi dövmek istemeseydim diye düşünüyorum. Ki buna en yakın arkadaşım da dahil." Durup derin bir nefes alıyorum. "Daha anlatayım mı? Hiç durmadan konuşabilirim." 

"Bak, bilgin olsun diye söylüyorum," diyorum, "bir gün, o sehpaya duyduğun sevgiye dayanamayıp ya o ya ben diye çıkacağım karşına, ona göre." 
"O zaman senin de bilgin olsun," diye karşılık veriyor, beni taklit ederek, "böyle bir şeyle karşılaştığım anda sehpayı paramparça edip şömineye odun yaparım." 

Josh'un karanlık, dile getirilmeyen pişmanlıklarla dolu arabasında, el ele tutuşmuş halde ne kadar oturuyoruz bilmiyorum. Tek bildiğim, dünya üzerinde hiçbir hikâyenin ya da sırrın, el ele tutuşmaya engel olamayacağını anlayacak kadar uzun bir süre olduğu. 

Seni bir arada tutacak bir şey yoksa paramparça olmak o kadar kolay ki. 

...çünkü Josh Bennet beni öperken biraz kurtarılmış gibi hissediyorum şimdi. Bu sadece bir öpücük değil bir vaat, gelecekten bir hatıra, mutlu anılarla dolu bir fotoğraf albümünden bir yaprak.
Aslında bu alıntı işini biraz daha abartabilirdim, ama telif hakkına girmesinden korktum. :D


5 PUAN: Harikaydı! Okumazsan çok şey kaybedersin.
Acaba diyorum, böyle kitaplar için bir de 5+ gibi ayrı bir puan mı koysam? Ne dersiniz?




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder